29 Şubat 2012

Korku

Orta okuldayken bir tane Türkçe öğretmenimiz vardı. Bu adamı hayatımızda ilk kez sokakta görsek ve ne iş yaptığını sorup, Türkçe öğretmeni cevabını alsak hepimiz boşluğa doğru şaşkın gözlerle uzun uzun bakardık. Ne alakası vardı, komikliğe bak, hem öğretmen hem de Türkçe. Çok uzun boyluydu, çok iriydi, saçları griydi ve ağır bir şiveyle konuşurdu. Tatlıydı bence şivesi ama Türkçe öğretmenlerindeki o mükemmel telaffuz takıntısı belli ki onun için bir şey ifade etmiyordu. Kompozisyon sınavlarında kağıdı nasıl kullandığımıza, yazımızın bozukluğuna ya da çizgisiz kağıtta iki paragraf arasında oluşturduğumuz 30 derecelik açıya hiç takılmazdı. Biz kompozisyon yazarken gazetesini okur, arada espri yapardı. Hayatta umursadığı pek az şey var gibiydi. Hatta bir keresinde bizi okuldan kaçarken yakalamıştı, biz tırsmaktan adamın yüzüne bile bakamıyorken, "hadi gidin nereye gidiyorsanız ama dikkatli olun" demişti. Korkudan çokça adrenalin salgılamış, normalde yürüyeceğimiz hızın üç katı hızla yürüyerek uzaklaşmıştık oradan. Ondan bu kadar korkmamızın sebebi ise derslerde sinirlendiğinde hiç acımadan öğrencilere geçirdiği meşhur tokatlarıydı kuşkusuz. Bir keresinde çocuğun birini flütle dövdüğünü görmüştük, hemen kafamızı çevirmiştik tabii. Çok acımış olmalıydı, hem flüt hem de sarı... Tüm okulda onunla ilgili rivayetler dolaşırdı. Geldiği okulda çocuğun birini camdan atmış derlerdi. Eski okullarından birinde müdür yardımcısını dövmüş o yüzden onu önce doğuya sürmüşler, sonra da buraya gelmiş, derlerdi. Doğru da olabilirdi ya tüm bunlar ama bana öyle geliyordu ki büyük ihtimalle uydurmaydı. Herkes korkuyordu, korku büyüdükçe hikayeler de çoklaşıyordu.

Garip bir insandı vesselam, sevdiği öğrencilere de çok iyi davranırdı. Bana hep takılırdı mesela, gözlüklerime laf ederdi. Kitapta okunacak yerleri bana okuturdu, aferin derdi. Nedense bana hep çok iyi davranmıştı. O yüzden ona karşı ne hissetmem gerektiğini bir türlü kestiremiyordum. Sınıf arkadaşlarımı dövdüğünü gözlerimle kaç kere görmüştüm. Birkaç kez öğrencileri çöpe doğru ittiğine de şahit olmuştum ama bana karşı çok nazikti. Sevsem bir türlü, sevmesem bir türlü. O yaşlarda bu tarz kararları vermek iyice zordu zaten. Korkuyordum ondan ama nefret edemiyordum. Savunmasız öğrencileri döven birini ise sevmem mümkün değildi. Öyle aradaydı her şey. Onun dersleri kararsızılık ve gariplikle geçiyordu benim için. Okul bittikten yıllar sonra, geçmişten bahsedip, gülüp eğlendiğimiz bir gün arkadaşlarımdan biri, bu hocayla ilgili bir anı anlattı. Hoca bir öğrenciye çok sinirlenmiş. O kadar sinirlenmiş ki hedefteki çocuğa doğru hızlı bir hareketle yaklaşmış, şöyle en sağlamından bir tane tokat atmış. Tokat o kadar şiddetliymiş ki çocuğun kafası sıra arkadaşının kafasına çarpmış, sonra sıra arkadaşından kafa yiyen çocuk, o darbenin hızıyla kafasını bir de duvara çarpmış ve çok ağlamış. Hoca özür de dilememiş. Belki de, nasılsa gelecekte bu çocuk da dayak yiyecek bir hareket yapar, onu önceden dövmüş oldum diye düşünmüştür. Ama zavallı çocuk kendisiyle bu kadar alakasız bir şey yüzünden günün en büyük dayağını yediğiyle kalmış. Bir kafa bir de duvar. Bu hikayeyi dinlerken hepimiz çok güldük, o hocanın garipliklerini hepimiz biliyorduk ama bu hikaye belki onunla ilgili hissetmemiz gereken şeyi bize net olarak açıkladığı için, sonunda rahatlamıştık. Hepimiz önce kafa sonra duvar yiyen o çocuktuk. Aslında sadece korkuyorduk. Hayat boyu karşımıza çıkacak insanların bir ön gösterimiydi o türkçe öğretmeni. Bize ne kadar iyi davranmış olursa olsun, bir tek kişiyi bile bu derece incitme kabiliyeti olan bir insan önünde sonunda başkalarını da incitecektir. Bunu anlamıştık. Belki de sırf bunu anlamamıza yardımcı olduğu için o hocayı hala bu kadar açık şekilde hatırlıyorum. Belki de temsil ettiği şeyleri unutmayayım diye zihnim onunla ilgili tüm ayrıntıları saklamıştır, hiç unutmamam gereken bir şeyi öğrettiği için bana... Yıkıcı insanlar yıkıcılardır. Sadece fiziksel olarak sizden daha güçlü oldukları için sizi korkuyla terbiye etmeye çalışsan tüm insanlar, belki de hayat boyu en uzak durmamız gereken insan tipleridir. Korku güçlü bir his, insanın tüm algısını şekillendirebiliyor. Bazen korkuyla saygı hatta sevgi bile birbirine karışabiliyor. Ama tüm kılıfların altında içten içe bir insanın size zarar verebileceğinden korkmak baş edilmesi çok büyük bir yük. Çocukken insanların kalbine, ruhuna bu korkuyu salmak ise insanlığın en çirkin marifetlerinde biri.

28 Şubat 2012

Lovin's For Fools


böyle şarkıları pek sever oldum. hayırlısı.

27 Şubat 2012

turuncu günü

bugün, haberdar olmadığım gizli bir turuncu günü kutlanıyordu sanki dünyada. benim dışımda kalan tüm dünya, bu önemli günün manasını, neyi temsil ettiğini biliyor, ona göre davranıyordu. her baktığım yerde, insanlarda, ayrıntılarda, hep turuncuyu gördüm. belki sadece benim zihnimin içinde kutlanan ama nasıl olduysa ondan da haberdar olamadığım bir turuncu günüydü bu. her şekilde ben bilmiyordum. sadece maruz kaldım. her zamanki gibi turuncu gününde de ben yine uzaktan bakandım, seyirciydim. ilk önce koyu turuncu pantolon giymiş yaşlı amcayı gördüm. yaşlı amca, mor kumaştan yapılmış, turuncu saplı şemsiyesini yere dokundurarak bir saatin dakika cimrisi yelkovanı gibi aheste adımlar atıyordu. onun bu zamanı zerre umursamaz yavaşlığı beni ve geri kalan herkesi bir anda görünmez bir hapishaneye esir etti. öyle yavaştı ki, o yürürken otobüsler arkasından ancak insan adımlarıyla takip edibiliyorlardı onu. sanki tüm dünya onun ve turuncu saplı şemsiyesinin hızına göre yaşayacaktı bundan sonra. o yürürken zaman değişti, ben yaşlandım, otobüsler insanlaştı ve hepimiz uzun ve acısız bir uykuya yatmak istedik. amca mor kumaştan yapılmış turuncu saplı şemsiyesi ile yere vurmayı bırakınca zaman yeniden değişti, biz uyandık. ben hala yaşlıydım. amca otobüs durağına ulaşmıştı. otobüsler otobüs olabilirdi artık. yine de yaşlanmıştık bir kere ya, ne önemi vardı bunun. zaman, amcanın adımlarında akmaya devam etse belki de hiçbir önemi kalmayacaktı ölmenin bile. anlamazdık bile. amca da yaşlıydı ve yaşlılar zamanı değiştirebilirlerdi, çevrelerindeki her şeyi -nasıl oluyorsa- işlemeyen bir saate dönüştürebilirlerdi. artık yaşlı olmaya yaşlıydım ama ne yazık ki şimdi uyanıktım, uyanmıştım. uyanıkken etrafımı fark etmemek gibi bir seçeneğim kalmıyordu, görüyordum, izliyordum. zaten bir sürü şey turuncuydu, istesem de gözümden kaçamazdı turuncular. sonra turuncu saçlı kızı gördüm. kız birden ağlamaya başladı. gözlerini elleriyle kapatıyordu. yanında duran çocuk ona baktı, aralarında tarifi zor bir uçurum vardı. kızın ağlaması onu ürkütmüştü, tiksindirmişti. tek elinde sigarası duruyorken, diğer eliyle omzuna dokundu turuncu saçlı kızın. gözlerimi kapadım. bu yapmacıklığı görmektense karanlığı görmeyi tercih ederim dedim. ama yine de merak ettim. gözlerimi açtığımda çocuk, bütün parmaklarında yüzük olan kocaman eliyle kızın saçını okşuyordu. öbür elinde hala sigarası vardı. önce biraz sarılır gibi yaptı, sonra yine dev bir ağaç gibi durdu kızın arkasında. erkekler kendileri bile bilmiyordu ağlayan kadınlarda onları rahatsız eden şeyin ne olduğunu. sadece rahatsız oluyorlardı, korkuyorlardı ve sinirleniyorlardı. çok sinirleniyorlardı. kız kafasını kaldırıp ağlamaktan şişmiş gözleriyle çocuğa baktı. çocuk, kızın montunun arkasında duran şapkayı bir anda kızın kafasına geçirdi. bembeyaz şapkanın altında turuncu saçları yok olmuştu, kız da yok olsun istemişti o an, üzerini beyaz bir şapkayla kapadığında her şeyin biteceğini ummuştu galiba.

sonra kız, çocuğun elinden tuttu. tüm parmaklarında yüzük olan elinden... çocuğun kocaman bir beresi vardı, küpeleri vardı, atkısı vardı hatta berenin altından görünen tokası bile vardı.ha tabii bir de diğer elinde durup duran, bitmek bilmeyen sigarası. turuncu saçlı kızla aralarında yüzükler vardı, küpeler, tokalar, bere ve hatta atkı vardı. tüm o aksesuarlar onu saklıyordu, kalabalıklaştırıyordu. zaten sadece çok büyük sırları olan insanlar çok fazla aksesuar kullanırdı. kendilerini saklamanın bir yoluydu aksesuar onlar için. kimse gerçekten onlara bakmayacak, dikkatleri hep başka şeylere kayacaktı. kız, çocuğun elini tuttuğunda önce yüzükleri hissedecekti, metal ve soğuk olacaktı elleri. belki de o yüzden hiçbir zaman onun sırrını çözemeyecekti. belki çocuk kızı hiç sevmiyordu, belki de kendisini sevmiyordu. belki çok yalnızdı. belki nefret ediyordu yaşamaktan, o yüzden kimse görmemeliydi onu. acaba hangisi doğruydu? bunu bilmemize imkan yoktu. ona bakınca sadece beresi, tokası, yüzükleri ve küpeleri görünecekti ve biz onda çözemediğimiz bir yanlışlık olduğunu anlayabilecektik sadece. ne olduğunu asla bilemeyecek belki de sırf bu yüzden onun yanında ağlayacaktık, turuncu saçlı kız gibi. azıcık tepki versin, azıcık sevsin diye ağlayacaktık. o sinirlenecekti ve kafamıza beyaz bir şapka örtüp gerçek parmaklarına dokunmamıza bile izin vermeyecekti. biz kimdik, şimdi böyle bir anda bize nereden gelmiştik? bizi bir köşede bırakmak en iyisiydi. sonra turuncu saçlı kız kollarını kocaman açıp sarıldı çocuğa. "sende bir yanlışlık var, ne olduğunu bilmiyorum ama yine de beni bırakma" diyordu sarılarak. insan sarılarak her şeyi söyleyebilir. tüm cümleler sarılma anlarına saklanıp, sonsuza dek o anda kalabilirler. çocuk tek eli sigarayla dolu olduğu için tek kolunu doladı turuncu saçlı kızın boynuna. bu sigara niye hala bitmemişti. tüm bunlar olurken sigara nasıl bitmezdi? kafamı bir anlığına çevirince gördüm karşı duraktaki yaşlı amcayı. yine şemsiyesiyle yere vuruyordu. turuncu saçlı kız ağlamaya başladığında amca da dünyanın en yavaş yürüyüşüne yeniden başlamıştı belli ki. zaman yine yavaşlamıştı. ben daha da yaşlıydım. turuncu saçlı kız da yaşlanmıştı bu sefer. turuncu saçlı kız için üzüldüm, bana bile ölüm gibi gelen bu saniyeleri bu kadar uzun yaşamak zorunda kaldığı için ona acıdım. amcanın zamanlamasına sinirlendim. neden turuncu saçlı kıza bunu yapmıştı, neden yine bizi önlenemez bi uyuma ve bir daha uyanmama isteğiyle yıkamıştı? neden bu kadar yaşlıydık? durağın bir başka köşesinde koyu turuncu beresi ve açık turuncu upuzun mantosuyla duran orta yaşlı, garip görünüşlü kadın bize doğru baktı. önce turuncu saçlı kızı görmüştü, onun arkasında duran çocuğu es geçerek bana döndü gözleri. dünyanın en yavaş kahkahasını attı sonra. bizim bilmediğimiz bir şey biliyordu. ve amca şemsiyesini yere vurarak yürümeye devam ediyordu. sanırım artık zaman ortadan kaybolmuştu ve sanırım tüm dünya turuncuydu.

23 Şubat 2012

and I said I know it well


çeviri yaparken yine çıldırma seviyesine geldim ve çıldırma seviyesine geldiğim zamanların çoğunda yaptığım gibi bir şeyler izlemeye karar verdim. videolar arasında dolaşıp dururken bu videoyu gördüm. sonra durdum. videoyaya gelmeden önce, bon iver'i ne kadar sevdiğimi bir kez daha söylememe gerek yok sanırım. sevdiğimi bir kez daha söylememe gerek olmasa da onunla ilgili söylenecek çok şey var. grammy'deki hali mesela. bir insan ancak bu kadar samimi olabilirdi. komşunun oğlundan ödünç alınmış gibi duran kahverengi takım elbisesiyle, ne yapacağını tam olarak bilemeyen, nasıl bakması gerektiğini çözememiş gözleri ve mütevazi gülümsemesiyle, konuşmasıyla, sesiyle her şeyiyle bir insanın çıkabileceği en yüksek noktadaydı o gün. gidip sarılmak istedim ona. sevdiğim müzisyenlere hep sarılmak isterim zaten. her zaman beni teselli eden onlar olduğu halde bazen onların çok üzgün ve teselli edilmeyi isteyen insanlar olduklarını düşünürüm. öyle değillerdir büyük ihtimalle ama benim hayal dünyam -en azından o an için- öyle olmalarını istiyorsa öylelerdir. bir şarkının tam ortasında gidip onlara sarılmak, kafamı kalplerinin olduğu yere koymak, öylece durmak gelir içimden. müziğe çok sembolik anlamlar yüklediğim için hep bunlar. benim kalbime dokunan bu insanların kalplerine kulağımı dayayıp dinleme isteği çok da mantıksız değil böyle düşününce. sonra bir de bu video var. izleyince kendimi kaybettim bir süreliğine. en sevdiğim şarkılardan biri fonda çalarken arabayla bir yerlere gitme isteğinin gücü karşısında şaşıp kaldım. bir yere gitmek istedim, o arabada ben de olayım istedim. nereye gittiklerini bilmiyorum ama bir günü yolda bitirmek, günün geceye dönüşünü hareket halindeyken izleyebilmek ne güzel diye düşündüm. bazen bi yerde bulunma fikrinden çok tiksiniyorum. ama her zaman bi yerde bulunmam gerekiyor. bi yerde bulunmamazlık edemiyorum. sadece yollardayken bu bir yerde bulunmanın yarattığı kötü histen birazcık da olsa arındığımı hissedebiliyorum. yine bir yerde bulunmuş oluyorum tabii ki ama sanki o yer her saniye her kilometre değişiyor, bu da bana azıcık da olsa minnacık da olsa çarpıtılmış bir özgürlük hissi veriyor. içinde bulunduğum arabayı, otobüsü unutuyorum birkaç dakikalığına. oradayım ama değilim yanılsaması... yanılsamaları seviyorum.

21 Şubat 2012

Kolay zordur.

bu akşam okuldan çıkıp otobüs durağına doğru yürürken istatistik hocamın "kolay zordur, aslında bu hep böyledir." cümlesini düşündüm. ders boyunca birkaç kez tekrarladı bu cümleyi, "kolay zordur çocuklar" dedi, sanki yeterince söylerse hepimiz inanacaktık. inandık da. ben inandım. çünkü biliyordum kolayın zor olduğunu, kolay olması gereken şeylerin aslında her şeyden daha zor olabileceğini. ama o söyleyince, sanki bu cümle gökten yeni inmiş bir cümleymiş ve bizi inanılmaz derecede aydınlatmış gibi hissettim. kısa aydınlanma anları... hayat boyu o anları biriktirip duruyoruz, elimizde bir tek onlar kalıyor. bizi toplamda ne kadar aydınlattıkları ciddi bir tartışma konusu olmakla birlikte o yaşanan kısa anları aydınlık yaptıkları bir gerçek. "kolay zordur, bu aslında hep böyledir" dedim içimden buz gibi havada yürürken. hoca bu cümleyi aslında sadece istatistik bağlamında kullanmıştı, oysa bendeki etkisi hayatın her alanına, tüm derslere, tüm insanlara uzanacak kadar büyük oldu. kolay şeyleri düşündüm, zor şeyleri düşündüm. bir yerden sonra bunlar arasındaki farkı anlayamamaya başladım. ne kadar çok düşündüysem o kadar kayboldu sınırlar. sonra hepsi çok zor dedim içimden. kolay da zor zor da zor. zor kelimesi kulağıma anlamsız gelene kadar içimden tekrarladım, zor, zor, zor, zor, zor... işte bitmişti, bunu anlatmak için yeni bir kelime bulmalıydım artık. sonra o da anlamını yitirecekti nasıl olsa ama yine de o an bu kavramın kelime karşılığı olmaması bana cidden rahatsız edici geldi. bazı soruların cevaplarının olmamasının rahatsız ettiği gibi. sanki her şeyi bilmek zorundayım. değilim tabii ki ama istiyorum. hep istiyorum. sonra biraz daha yürüdüm, otobüs durağına gelmiştim ama durmak istemedim. durursam bitecektim. yaptığım her eylemi sürekli devam ettirmek isterken buluyorum bu sıralar kendimi. yürüyorsam hep yürümeli, oturuyorsam hep oturmalıyım. ya hep susmalı ya da sürekli konuşmalıyım. yaptığım eylemi yarıda kesersem düşerim. içimdeki ölüm korkusunun böyle eylem boyutunda ortaya dökülmesi ne garip. yarıda kesmek istemiyorum hiçbir şeyi, devam etmek istiyorum ama bunun da çocukça bir istek olduğunu biliyorum. ölüm sokaklarda benimle yürüyor, istersem günlerce susayım yine de devam edemeyeceğim. kimse edemeyecek. bazen, ölümden korkmasaydık büyük bir çoğunluğumuzun intihar edeceğini düşünüyorum. sanki ölüm korkusu bizi hayatta tutan şey. insan soyunun tükenmemesi için kullanılacak en güçlü silah. çünkü korkmasak çoğumuz dururduk, düşerdik. umrumuzda bile olmazdı. bir şeyleri devam ettirme güdümüz olmazdı zaten. o zaman daha mı mutlu olurduk acaba? korkudan değil istediğimiz için devam ettirirdik bir şeyleri, bazı şeylerin yarım kalması da önemsiz olurdu zaten. her gün onlarca insan köprülerden güle oynaya atlar, birçok kişi karşıdan karşıya geçerken önce sağa, sola sonra tekrar sağa bakmadıkları için ölürdü. belki insanlar kendi kalplerine rahat bir şekilde bıçak saplayabilirlerdi. yas diye bir şey de olmazdı. bunların hepsi son derece olağan gelirdi bize. tüm bu yalnızlığı, yetersizliği, debelenip durmayı ölüme rağmen çekiyor olduğumuz gerçeğini ölüm korkusu gözlükleri olmadan görebilirdik. o zaman bambaşka görünürdü belki her şey. korkunun olmadığı bir dünya... çünkü ölüm korkusu olmazsa başka hiçbir korku da olmaz. ütopyalar ne kolaydı. bunları düşünürken yürümeye devam ettim, durmuyordum. soğuğa rağmen duramazdım, durmamalıydım. dükkan tabelalarının üzerime düşmesinden ne kadar çok korktuğum geldi aklıma, kendime güldüm. her şey gibi manasız bir şeydi bu da ama herhangi bir şeyden manasızca korkmayı da durduramıyordum. o da devam etmeliydi. ölmek aslında ne kolay dedim kendi kendime ama " kolay zordur, bu hep böyledir."

16 Şubat 2012

Mrs. Dalloway

"Haftalardır, mutsuz olduğu için olaylara başka anlamlar yüklüyordu; ara sıra yoldan geçen temiz yüzlü, iyi kişileri durdurup "Mutsuzum" demek geliyordu içinden, yolda şarkı söyleyen bu ihtiyar kadın, her şeyin düzeleceğine inandırırdı Lucrezia'yı. ... Ne saçma bir düştü mutsuzluk."

"Yine de zamanla şu kanıya varmıştı ki, söylenmeye değer tek şey duygulardı, içten gelenlerdi. Zeka saçmaydı. İnsan içinden geleni söylemeliydi yalnızca.
Ama ben içimden ne geldiğini bilmiyorum ki, dedi Peter."


15 Şubat 2012

Hayali

İçimde sevgiye dair ne varsa hepsini hayali karakterlere verdim. Mükemmel oldu, inanılmaz mutluyum. Bütün hayatımı bir roman ya da film kahramanını severek geçirebilirim. Hatta bütün hayatımı bir dizi sahnesinin içinde bile geçirsem şikayet etmem. Kafamı düzenli olarak meşgul ediyor hayali karakterler, başka bir şeye ihtiyaç duymuyorum. İnsan ne basit canlı, hemen sevecek bir şey buluyor, bir de yetiniyor falan. Daha ne olsun. Hayalin gerçekten daha değersiz olduğunu kim söylemiş hem.

7 Şubat 2012

Rüyalar Filmi

böyle bir filmin var olup olmadığı hakkında bir fikrim yok ama eğer yoksa bir gün birileri sadece rüyalardan oluşan bir film çeksin istiyorum ben. tamamı rüya olsun, gerçek hayatla da hiçbir bağlantısı olmasın. sadece tek bir insanın rüyalarını da değil bir sürü farklı insanın en renkli en garip rüyalarını bir rüya filmi altında toplasınlar. konu bütünlüğü, rüyaların benzerliği gibi kriterleri tamamen göz ardı ederek yapsınlar bunu. yok bir rüyadan diğerine yumuşak geçişler yapalım, yok her şeyi bir şekilde bağlayalım gibi dertleri olmasın, sadece üst üste bir çok rüya olsun, hatta o kadar absürt olsun ki rüyalar, hangi rüya bitti hangisi başladı tam olarak anlayamayalım.

insanın kendi rüyasını film olarak izlemesi mükemmel bir şey olurmuş gibi geliyor bana. tüm renkler, tüm olaylar, gariplikler, şekiller, tüm sesler aynı olacak. uyurken gördüğün rüyayı uyanıkken izlemiş olacaksın.,tabii başka birçok insanın rüyasını da. bundan daha güzel bir şey olabilir mi? sıkıcı rüyalar değil bahsettiğim kesinlikle, en uçlardaki, en uyanınca vay be neler döndü uykumda dediğimiz türden rüyalar. flashbackli, mitolojik kahramanların bir anda belirdiği, normalde yapamadığımız şeyleri dünyanın en kolay şeyiymiş gibi yaptığımız anlarla ilgili rüyalar... mesela herkesin kendini uçarken gördüğü bir rüyası vardır ve ben o rüyaları çok merak ederim, onları izlemek isterim. alakasız diyalogları, her yere açılabilen kapıları, başka hayatları gösteren kameraları, su altındaki evleri, karnavalları, konuşabilen hayvan arkadaşları da izlemek isterim. bu tarz rüyaları dinlemeyi de seviyorum ama görsel olarak bir arada olmaları fikri çok heyecanlı bir şeymiş gibi geliyor bana. eğer böyle bir şeyi yaptılarsa ve bundan haberdarsanız lütfen benimle de paylaşın da en azından ufak tefek bir isteğimin gerçekleşmiş olduğunu görüp mini mini sevineyim kendi çapımda.

6 Şubat 2012

Song for You


And I see you hiding your face in your hands
Talking bout far-away lands
You think no one understands
Listen to my hands

And all of this life
Moves around you
For all that you claim
Youre standing still
You are moving too
You are moving too
You are moving too
I will move you

Bir insanın başka bir insana söyleyebileceği en güzel sözler bu şarkıda.

4 Şubat 2012

Pesimizm

when harry met sally'de harry, aldığı her kitabın önce sonunu okuduğunu söylüyordu çünkü eğer kitabı bitirmeden ölürse kitabın sonunu öğrenememiş olacaktı. sally'e bunun gerçek dark side, gerçek pesimizm olduğunundan bahsediyordu. sürekli kendi ölümü üzerine düşündüğünü ama sally'nin bunu hiç aklına getirmediğini hayret ederek vurguluyordu. nasıl oluyordu da sally ölüm üzerine düşünmüyordu, gerçek pesimizmi anlamıyordu.

bir nedeni yok, öyle aklıma geldi. ben kitapların önce sonunu okumanın gerçek pesimizm olduğuna inanmıyorum. alakası bile yok hatta. bence gerçek pesimizm öldüğünde sonunu öğrenemeyeceğin şeylerin var olacağı bilgisiyle ölümü düşünmektir, öyle ölmektir. her şeyi ölmeden önce bitirme çabası daha optimistik bir şey hatta. çok hayat dolu.

1 Şubat 2012

Fall Creek Boys Choir


Ne güzelmişsin sen.