30 Ocak 2012

Bu bir mektupmuş gibi yapalım. Yeniden.

merhaba okur,

uzun zamandır sana mektup yazmıyordum. nereden başlarsam başlayayım sonuç hep aynı olacak ama sen yine de oku sonuna kadar. bilmem biliyor musun, buralarda her şey eskisi gibi. tüm mektuplarıma bu şekilde başlıyorum değil mi? şikayet etme lütfen, gerçekten farklı bir şey olsa ben sana söylemez miyim? ben de istemez miyim çok ilginç olay hikayeleri anlatmayı. lisede aklımıza sokmuşlar bi kere durum hikayesi ve olay hikayesi diye bir ayrımı. şimdi benim tüm hikayelerim durum hikayesiyse bunun suçlusu ben miyim yoksa 15 yaşımda böyle ayrımları kafama sokan eğitim sistemi mi? tamam kabul ediyorum burada biraz abarttım okur, ama sen anlarsın beni, azıcık abartıdan kimseye zarar gelmez ki. zaten hayatta öyle çok şey var ki kimseye zararı olmayan. tabii bir de zararlı şeyler var. herkes sağlığa zararlı şeyleri düşünüyor zararlı diyince, o da gereksiz bir ayrım aslına bakarsan. belki de sağlığa zararlı her şeyin ruhum için yararlı olduğunu düşündüğümden böyle rasyonalize ediyorum. tamam hadi bir anlaşma noktası bulalım, sağlığa zararlı her şey ruhum için iyi değil kabul ediyorum ama zararlı şeyleri sevdiğim gerçeğini değiştirmeyecek bu kabul ediş. ne güzel bir anlaşma noktası buldum değil mi? eminim içten içe beni takdir ediyorsundur. merak etme tüm anlaşma noktalarım böyle değildir, rahat ol.

bugün gözlerimi düşündüm. işte sana garip bir cümle. neden kendi gözlerimi düşünüyorum değil mi? bu tarzda cümleler kuracaksam aslında insanlar romantik laflara bayıldığı için "bugün gözlerini düşündüm" şeklinde kurmalıyım ki daha çok dikkat çeksin, bilmem sen ne dersin?sahip olmadıkları şeyler neden bu kadar romantik geliyor insanlara, hiç bilmiyorum; tek harfle romantizmi kaçırıyorum o yüzden ama zaten romantik saçmalıklar ve daha çok dikkat çekmek benim başarılı olduğum alanlar değil. anlamışsındır belki bunları şimdiye kadar ama olur ya belki anlamamışsındır diye ben yine de söyleyeyim. ne diyordum, evet kendi gözlerimi düşündüm. benim gözlerimden biri daha büyük, sağ gözüm. bazı fotoğraflarda komik bir gariplik yaratıyor bu durum. aslında fotoğraflarda çok da fark edilen bir şey değil, ben bildiğim için görüyorum sağ gözümün büyüklüğünü, garip komikliğini. gerçek hayatta daha göz önünde tabii gözlerim. eskiden gözlük takıyordum ve çok dikkatli bakmayan insanlar bu durumu anlayamazlardı. şimdiyse azıcık dikkatli insanlar rahatlıkla görebilir bu garipliği. böyle olmamdan dolayı bir üzüntü duymuyorum yanlış anlama, nasıl göründüğüme dair kavgalarımı çok gerilerde bıraktım. neysem oyum, değiştiremeyeceğim şeyler üzerine dertlenmenin bi yararını ne zaman gördüm ki zaten. her neyse neden gözlerimi düşündüğüme gelelim, bugün izlediğim filmdeki kız ölünce vücudunu bilime bağışlamak istediğine söyledi çocuğa. çocuk da seni parçalara bölüp inceleyecekler, bu çok kötü bir şey dedi. kızsa gözlerimi bir kavanozda görmeyi çok isterdim, sen gözlerimi ziyaret etmeye gelmez miydin diye sordu. gelirim dedi çocuk, gelirim, kavanozdaki gözlerini görmeye. bu diyalog yüzünden düşündüm gözlerimi, yamuk gözlerim acaba bir kavanozda nasıl görünürlerdi ve kimse onları ziyaret etmeye gelir miydi? acaba insanlar yamuk gözleri de yamuk olmayan gözler kadar seviyorlar mıydı? kavanozda dururken onların eşit olmadığı anlaşılır mıydı yoksa sadece yüzümde mi gözlerin eşitsizliği bir anlam ifade ediyordu. düşündüm düşünmesine ama cevabını hiçbir zaman öğrenmeyeceğim çıkmaz yol sorular işte, klasik sorularım, yararsız ve cevapsız. bi keresinde bir adam gözlerimizi değişelim demişti bana. senin gözlerin benim olsun. bunu bir iltifat olarak mı algılamalıydım bilmiyorum. ama istememiştim gözlerimi kimseyle değişmek, neden değişeyim ki. yamuk falan ama gözlerimi verirsem dünyamı da verecektim ona. ben ona kavanozdaki yamuk gözlerimi bile vermezdim ki. bazı cümleler vardır, söylendiği anda beklenenden farklı bir tepki veremezsiniz. insanlar size herkes tarafından güzel olduğu düşünülen bir şey söylediklerinde gülümseyip başınızı sallamanız gerekir. çünkü diğer türlü davranırsanız dünyanın en beter insanı olursunuz. böyle cümlelere herhangi ters bi tepki vereceğimden de değil aslında, zaten o tepkileri hayal edebiliyorum, yazabiliyorum, göstermeme ne gerek var değil mi? yine de bazı şeyler değişse, muhteşem olduğu düşünülen şeylerin aslında o kadar da muhteşem olmadıkları bir çeşit dünyada yaşayan insanlarla birlikte olsam mesela, o zaman her şey daha muhteşem olabilirdi. muhteşemlik benim işim değil ki, bakma sen bu laflara. neyse sen yine de boşver bunları okur, kimsenin gerçekten umrunda olmayan dertler, tasalar bunlar.

bir de her şeyi aniden özetleyen cümleler var. çok garip zamanlarda kafamın içinde dolaşmaya başlıyorlar, sonra günlerce aynı cümleleri tekrarlıyorum içimden. o kadar manalı ki bu cümleler, neredeyse benim tüm varlığımdan daha değerliler. o cümlelerin esiri olmak beni üzmüyor o yüzden. mesela "yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık, bir ovanın düz oluşu gibi bir şey" diyor cemal süreya. ben bu cümleyi günlerce içimden tekrarlamışım ne gam ne keder. her şeyi bu kadar az kelimeyle nasıl bu kadar aşık olunacak şekilde anlatıyorsunuz be adamlar diye sitem bile ediyorum bazen, ne haddime şairlere sitem etmek değil mi? yapıyorum işte böyle şeyler ara sıra okur, boşver sen beni. şairleri düşün. şairler, ah şairler... öyle minicik şeyleri sanki aslında devlermiş gibi gösterebiliyorlar ki bu onların neredeyse tanrılar olduklarının kanıtı. birinin uzağa bakmasını, bir insanın çay içmesini 5 kelimeyle sanat haline getirebiliyorlar. şimdi ben şairlere tanrı demişim çok mu?

söyleyecek daha çok şey var, biliyorsun bu durum hikayesi hiç bitmiyor, her saniye akmaya devam ediyor. aklım yerinde olduğu sürece de devam edecek ama aklımın hep yerinde olacağına kim garanti verebilir ki? ben garanti veremeyeceğime inanıyorum mesela. hiçbir şey için garanti veremem ve hayatta inandığım tek şey bu olabilir, ha pardon bir de şairler ve tanrılık durumu var. belki düşünürsem birkaç şey daha bulabilirim inanabileceğim. ama ben pek de inanç insanı sayılmam hani, inanılan şeyleri önce düşünmeyi tercih ettiğimden. düşünmeyi seviyorum yapacak bir şey yok. sadece merak ediyorum acaba inanmak, dedikleri gibi boşlukları dolduran, bizi daha bütün varlıklar yapan bir şey mi? sanmıyorum ama bunu kesin olarak bilmemin de imkanı yok değil mi okur? o zaman ben susayım ve şairlerde kalayım. "saat kaç? yıldızlar evet diyor uzaklarda."

27 Ocak 2012

Third Star

07 Follow You Down to the Red Oak Tree by jamesvmcmorrow

names get carved in the red oak tree
of the ones who stay and the ones who leave
i will wait for you there with these cindered bones

so follow me follow me down
follow me follow me down
follow me follow me down
follow me follow me down

Ölümü neden hep bir yarım kalmışlık olarak gördüğümü bilmiyorum. Her zaman öyle olmak zorunda değil sanki. Belki de hiçbir zaman öyle değil. Ölüm tamamlayıcı olabilir, net bir son olabilir. Bir insanın son başarısı bile olabilir. Bir film izledim, adı Third Star, bir daha izlemeyi çok istediğim ama çok acı verdiği için bir daha asla izleyemeyeceğim filmlerden. Nefessiz kaldım, iç çekip duruyorum. Sanki yeterince oksijen kalmadı odamda. Ölüm, bir trajedi değil, trajedi olan hayat. Trajedi hep zihnimizin içinde, ölülerse huzurlular, hissetmiyorlar. Acı duymuyorlar. Son bir nefesi içlerine çekip sonsuza kadar suyun altında o nefesi tutuyorlar. Sabit, kıpırdamadan. Hissetmeden. Belki de ölüm tüm yarım kalmışlıkları sonlandıran bir kurtarıcıdır.









26 Ocak 2012

Sherlocked
























Sherlock Holmes ve Jim Moriarty'nin eş zamanlı tanrılar oldukları bir dine inanabilirdim, gerçekten. Bu kadar fazla geniuslık beni bozuyor, dengem alt üst oluyor, hayran hayran ekrana kitleniyorum. Şimdi işin yoksa bir yıl bekle yeni sezon gelsin diye. Neyse ki bu arada Sherlock Holmes kitaplarım ve ben mutlu günler geçireceğiz de aşırı yoksunluk hissetmeyeceğim.

ikinci resim şurdan.

24 Ocak 2012

I'm so much older than I can take

Bu blogu ilk açtığımda 20 yaşımı bitiriyor olmamla ilgili bir yazı yazmışım, bugün açıp onu okudum da hiç şaşırmadım yazdıklarıma. 4 yıl önce de büyümeye aynı tepkiyi veriyormuşum şimdi de aynı tepkiyi veriyorum. Ben büyümek istemiyorum ama o yazıyı yazdığım günün üzerinden bile 4 yıl geçmiş. 4 yıl... Az gibi geliyor sayı olarak düşününce belki gerçekten de az ama bu 4 yılı sanki on gün içinde yaşamışım gibi hissettiğimden, bazı şeylerin hızına bir türlü yetişemediğimi düşündüğümden bu durumdan çok korkuyorum. Yıllar basit sayılar gibi gelmiyor bana hiçbir zaman. 24 yaşımda bu düşünce tarzından kurtulmayı planlıyorum; biliyorum, ben bile inanmadım yazarken bunu yapabileceğime ama biz umudu elden bırakmayalım. Bu yıl tam bir kutlu doğum haftası gibi geçti doğum günü olayı, Begümle birlikte bu hafta doğum günü haftamızı kutluyoruz; o da 22 ocak'ta doğan ve kutlu doğum haftası uygulamasını başlatan biricik arkadaşım. Kutlamalar 27'sine kadar da devam edecek. Kutlama dediysem öyle havai fişekler patlatmıyoruz tabi ki, kendi çapımızda sevdiğimiz mekanlara gidiyor, yiyoruz, içiyoruz. Hayatta en çok başarılı olduğumuz şeyleri yapıyoruz yani. Hayattan başka şeyler beklemiyoruz zaten, bundan öte ne olacak yani. Sevdiğin insanlarla birliktesin kebap yiyip tekila içiyorsun. Tabi bunları aynı anda yapmıyoruz, gerçi elbet bir gün onu da yaparız bu performansla. En çok doğum günlerimde yalnız olmadığımı hissediyorum, çevremdeki insanları ne kadar sevdiğimi bir kez daha anlıyorum. Onlar da sağolsunlar beni hediye manyağı yapıp çok güzel cümleler kuruyorlar. Hayatta çok bir şeyim yok ama çok güzel insanlar biriktirmişim kendime, bu da bana yeter zaten.

Hediyelerimi burada anlatıp görgüsüzlük yapmayacağım, sadece bir tanesini söyleyeceğim ona aşırı heyecanlandım zira son zamanlarda aklım fikrim hep orada. Sherlock! Bir sürü Sherlock Holmes kitabım oldu. Tüm romanlar ve hikayeler. İki ciltte toplamışlar ve ben bu doğum günümde o mükemmelliğe sahip oldum. Nasıl mutluyum belli değil. Diğer tüm hediyelerimi de deli gibi sevdim deli gibi. Çok mutluyum yani, son zamanlarda hissetmediğim kadar iyi hissediyorum. Doğum günü hediyeleri diyince geçen yıl aldığım mükemmel br hediyeden de bahsetmeden geçemeyeceğim.O hediyenin yeri çok ayrı, bir yıldır ne zaman kendimi kötü hissetsem onu açıp okuyorum. Geçen yıl Bengisu'nun benim için blogunda yazdığı yazı. Cümleler her zaman en güzel hediyeler oluyorlar zaten. Hayat bana hala istediğim gibi davranmıyor, kırıp dökmeye devam ediyor ama bu kırılıp dökülmeleri tek başıma atlatmak zorunda kalmadığım için çok şanslıyım. Zaten hangimiz kırılıp dökülmüyoruz ki. Mühim olan dökülürken birkaç parçanı kurtarabilecek insanlar, gerçekten öyle. Bir de 6 yıl önce, hayatımın tek sürpriz doğum günü partisini ayarlayan dershane arkadaşlarıma da burdan selam ederim. 2006 çok unutulmaz bir yıldı birçok açıdan. En güzel hediyeler listesi gibi oldu böyle ama tüm hediyeler birbirinden güzel, ne diyim iyi ki var bu insanlar. Benim insanlarım.

22 Ocak 2012

Gelecek

Önce yavaş yavaş kilo almaya başlayacak. İş yerinde tüm gün oturduğu için böyle olduğunu söyleyecek soranlara. "Sabahtan akşama oturuyorum ya, bir de canım sıkıldıkça ıvır zıvır şeyler yiyorum o yüzden." diyecek yarı utangaç bir ifadeyle. Günden güne büyüyecek göbeği, zayıf kolları giderek irileşecek. Uzun boylu cılız çocuk olamayacak artık, o hayatını kazanan, hayatını kazanırken kendini kaybeden erkeklerden olacak. Yavaş yavaş kaybolacak. Her gün yorgun argın işten gelip annesinin yemeklerini yiyecek, o yemekleri hiçbir zaman sevemediği halde "eline sağlık anne, sen bir tanesin" diyecek. Belki sonra annesi ona zorla meyve yedirmeye çalışacak. Onun kendi hayatını kazanan kocaman bir erkek olduğunu annesi hiçbir zaman anlayamayacak. Kilo almasını yaptığı yemeklerinin güzelliğine bağlayacak belki. Gizli gizli gurur duyacak anneliğiyle, komşulara anlatacak zayıf oğlunun kilo almasını ve işteki başarısını ama " oğlum hala benim gözümün nuru, minicik bebeğim" diye de ekleyecek. "Ne kadar büyüseler de bizim için hep çocuk kalıyorlar" diyecek dost meclislerinde, bu cümle dünyada ilk defa kuruluyormuş gibi. Sonra bir gün adam, o kadınla tanışacak. Uzun boylu, dümdüz saçlı, dünyanın dengesini varolarak sağladığını düşünen kadınlardan herhangi biri. Her tavrı önceden programlanmış gibi mükemmel, çantasıyla kıyafetleri hep uyumlu, uzun boyunlu ve yerli yersiz gülümseyen o kadınla evlenecek. Annesi bayılacak gelinine, uzun uzun sohbet edecekler pazar öğleden sonraları. Karısı onu çok sevecek, bildiği gibi, kendi yöntemiyle. İşten dönmesini heyecanla bekleyecek, kocasına yaptığı yemeklerin kayınvalidesininkilerden daha güzel olmasını umut edecek, kendi yaptığı yemeklerin kocasının favorisi olmasını dileyecek içten içe. O eve gelince beraber sofraya oturacaklar, iştahla yemeğini yiyecek, "eline sağlık aşkım" diyecek kadına, o kadına aşık olduğunu zannedecek, onun dümdüz saçlarına dokunacak, alnına bir öpücük konduracak. Beraber türk kahvesi içecekler televizyon izlerken. Önce o, işte başından geçenleri anlatacak sonra karısı iş yerinden bir arkadaşının başından geçen çok komik bir hikayeyi anlatacak, gülecekler birbirlerine bakıp. Birbirlerine bakacaklar, göz kulak olacaklar. Önce annesi ölecek hiç beklemediği bir anda. Çok ağlayacak, babasına sarılacak saatlerce. Karısında arayacak teselliyi, kadın hep doğru cümleleri söyleyecek, "acını paylaşıyorum" diyecek, böyle bir şeyin mümkün olduğuna inandıracak onu. Saçlarını okşayacak, yaşlanmaya başlamış ellerini tutacak, ona sarılacak, ellerini hiç bırakmayacak. Yavaş yavaş azalacak üzüntüsü, annesini her gün biraz daha az düşünmeye başlayacak. Yine her gün işine gidecek, elleri yaşlanmaya devam edecek, göbeği biraz daha büyüyecek, günden güne unutacak acının nasıl bir şey olduğunu. Bir gün eve gittiğinde karısı ona güzel haberi verecek. Bir bebekleri olacak, bir oğlan. Kocaman elleriyle tutacak bebeğini hastanenin soğuk bir odasında. Elleri bebeğin kafasını tamamen kapatacak, bebeğinin kafasını değil kendi ellerini görecek. Yıllar içinde yabancılaştığı ellerini, iri kollarını. Bir zamanlar sahip olduğu cılız kolları oğlu asla bilmeyecek, hiç görmeyecek. Oğlu için o hep hayatını kazanan kocaman bir adam olacak. Çok sevecek bebeğini, karısını biraz daha sevecek ona bir çocuk verdiği için, bir aile oldukları için... Kendi ailesi, çocukluğu, gençliği çok uzaklardaki birkaç anıda, birkaç fotoğrafta ona gülümserken, o dünyada bir tek karısı ve oğlu varmış gibi yaşamaya devam edecek. Sonra babası ölecek, bir pazar günü oğluyla parkta futbol oynarken öğrenecek babasının öldüğünü. Ağlamayacak, artık ağlayamaz çünkü. Güçlü duracak oğlunun önünde. Hayatını kazanan bir erkekten çocuğuna hayatı öğretebileceğini zanneden bir babaya evrilecek tam o an. Kendi ölümünü düşünecek hayatında ilk defa, oğlunun gözlerinden görmeye çalışacak kendi cenazesini. Haline üzülecek, babasını özleyecek, annesini özleyecek ama elinden hiçbir şey gelmeyecek. Oğluna daha sıkı sarılacak, karısıyla daha çok sevişecek yaşadığını hatırlamak için. Henüz yaşıyorken yaşamaya çalışacak, yaşama konusunda yeteneksiz olduğunu unutmaya gayret ederek. Elleriyle kurup büyüttüğü yanılsamalarına daha çok kaptıracak kendisini. Onları yıkmanın artık çok zor olduğunu, dünyayı yeniden döndürmek için zaman kalmadığını içten içe bilecek ama bilmiyor gibi yapacak. Başka türlüsü elinden gelmeyecek. İşine gidip gelmeye devam edecek, kazanacağı hayatın belki yarısını kazanmış olacak hayatının yarısı çoktan geride kalmışken. Oğluna hayatın onda birini öğretebilecek, belki o kadarını bile değil. Oğulları okula başladıktan iki yıl sonra canı sıkılan karısı bir çocuk daha yapmak isteyecek, hayatta bir amacı daha olsun diye, gerçekte kim olduğunu sorgulamaktan kendini uzak tutsun diye belki de hayatındaki tek başarısı çocuk doğurabilmek olduğu için, kim bilir. Bir kızları olacak. Elleri babasının elleri gibi büyük. Hastanede kucağına alacak bebeğini, mutlu olacak onun ellerini tutarken, küçücük kafası kendi elleri arası kaybolurken. Gözleri dolacak bir anda, karısı onu daha çok sevecek, gözyaşlarını elleriyle silecek, onun mutluluktan ağladığını düşünüp kocasıyla gurur duyacak, neden bilinmez. O zaten her zaman kocasıyla gurur duyacak, dost meclislerinde "gözümün nuru, bir tanem" diye bahsedecek adamdan, çocuklarını nasıl sevdiğini, ne kadar iyi bir baba olduğunu anlatacak. Kendini çok şanslı olduğuna inandıracak ona sahip olduğu için. Ona sahip olduğunu zannedecek. Adam hayatını kazanmaya devam edecek, çocuklarının kahramanı olmak isteyecek. Büyüdüklerinde beni ne çok takdir edecekler diye düşünecek, büyüdüğünde kendi babasını takdir falan etmediğini unutacak. Elinde kalan birkaç umuda tutunacak. Elleri yaşlanmaya devam ederken adam günden güne yalnızlaşacak. Eski arkadaşlarıyla görüşmez olacak. Karısının erkek kardeşlerini kendine arkadaş belleyecek, hafta sonları beraber maç izleyecek, ayda bir de halı sahada maç yapacaklar. "Çok yorulduk be abi, bu sigara da insanı fena yapıyor, koşamaz olduk" diye birbirlerine dert yanacaklar. Oğlu büyüyecek, kızı büyüyecek. Babalarını sevecekler herkes babasını nasıl severse öyle, ne daha fazla ne daha az. Saçları dökülecek sonra, hayatını kazanırken farkına bile varamayacak azalan saçlarının. Bir gün uyanıp aynaya bakınca fark edecek kendinden kopup gidenleri. İnanamayacak gördüğü şeye. Ne ara oldu tüm bunlar diye düşünecek, hayatımı kazanırken saçlarımı kaybetmişim diye fısıldayacak kendi kendine, kaybettiğinin sadece saç olmadığını bilerek. Yaşlı elleriyle saçlarına dokunacak, ellerine bakacak sonra, eskimiş kocaman ellerine. Cılız günlerini düşünecek, çocukluğunu, gençliğini, karısını, annesini, takdir etmediği babasını, kendisini. Aynaya bakacak tekrar , aynaya dokunacak. Kendini göremeyecek aynada, sadece yaşlı elleri görünecek parlak camda. Ellerinden başka hiçbir şeyi kalmayacak, kocaman yaşlı ellerinden başka.

16 Ocak 2012

Saniyeler

Çok mutlu anlardaki problemin ne olduğunu buldum. -Ben zaten her şeydeki problemi bulurum.- O an o kadar çok mutlu oluyorum ki o mutluluğu aslında ne kadar az yaşadığımı ve nasılsa onu kaybedeceğimi, belki bir saat sonra aynı şekilde hissedemeyeceğimi düşünüp mutlu anımın tam ortasında üzülmeye başlıyorum. Tam en güzel yerinde. Bundan daha büyük bir lanet var mıdır bilemiyorum ama yine de çok mutlu anları seviyorum. Zaten genel bir mutluluk haline inanmadığım için mutluluğun değil de mutlu anların varlığı bana çok daha mantıklı geliyor. O denli kısa süren bir şeyi bile mahvedebiliyorum tabi, orası bambaşka bir mevzu ama yine de mahvetmeden önceki kısacık vay be mutluyum saniyeleri hayattaki en değerli şeylerden benim için. Saniyeler, saniyeler.

15 Ocak 2012

I've never gotten used to it, I've just learned to turn it off


Well, either I'am too sensetive or else I'am just gettin' soft.

13 Ocak 2012

Bütün Hikaye

napıyorum ben burada?

gittiğim en manasız yerlerde, hayattaki en anlamsız olayları yaşarken, uyumaya çalışırken, uyanırken ve hatta genel olarak bu hayatta ne olduğuna dair düşüncelerimle kavga ederken her zaman kendime sorduğum yegane soru bu. mütemadiyen soruyorum ancak çok nadir olarak cevap verebiliyorum. belki de soru sorma aktivitemdeki bahsedilmeye en değer kısım da bu cevapsızlık. yoksa bir insanın kendine soru sormasında öyle olağanüstü bir durum yok. zaten genel olarak benim yaptığım veya düşündüğüm hiçbir şeyde olağanüstü bir durum yok, çoğumuz gibiyim ben de. bence ben her zaman herkes gibiyim, öyle arkamdan şiirler yazılacak bi halim de yok, zaten hayatımda bir nazım da yok. bu da her zaman herkes gibi olduğumun en güzel kanıtlarından biri ama her neyse. bugün okuldan çıkınca, okula çok yakın bir alışveriş merkezine gittim. kapıdan içeri girip biraz yürüdükten sonra napıyorum ben burada? diye sordum. neden orada olduğumu hatırlayamadım iki dakika boyunca. sonra sinemaya gitmek amacıyla orada bulunduğum aklıma geldi. yukarı çıktım filmlere baktım, dandik bir romantik komedi filmi vardı, bilet alma aparatlarından seanslara baktım. 13.50 tl ye bir bilet alabiliyordum, dedim ki yavan romantik komedileri tek başıma izlemeyi sevmiyorum bile neden bu parayı şimdi bu filme vereyim. zaten film çok yüksek ihtimal berbat çıkacak o parayla sevdiğim bir filmin dvdsini alırım, en azından on kere izlerim, güvenli alanıma bir film daha eklerim gider gelir ona sığınırım. alışveriş merkezinde sinemaya gidip yapayalnız dandik bir filmi izleyeceğime bir arkadaş alırım kendime. başka film de almadım gerçi ama olsun. sinemadan koşar adım uzaklaşıp manasızca yürümeye başladım. birkaç mağazaya bakayım dedim ama her yerde indirim vardı. indirim zamanları alışveriş yapmaktan nefret ederim, bu size bir züppelik gibi gelebilir, haklısınız da belki ama indirime girmiş mağazalar bana nedense çok hüzünlü ve mide bulandırıcı geliyor. sanırım temelde indirimleri sevmeme nedenim bu. kimsenin normal değerini vermeyi istemediği bir sürü kazak, pantolon, tişört; üst üste atılmış, onlarca kere denenip çıkarılmaktan buruşmuş yorulmuşlar. kimse, normalde durdukları yerlerine asmaya bile uğraşmamış onları. öylece bırakmışlar. bu görüntüde çok hüzünlü bir şeyler var. bazı insanların da indirimli satışlardaki kazaklar gibi olduğunu düşündüğümden belki de. herkesin çok isteyip parasına bakmadan aldığı kazaklar olamayan, yüzde yetmiş indirime girdiğinde bile insanların sadece deneyip kabinde bıraktıkları kazaklar. sadece giyilip çıkartılan, o derece ucuzken bile kimsenin kendine yakıştıramadığı... o insanlar var, aramızdalar, hepimiz gibiler. bir de o insanların zihinlerinin içinin indirimdeki mağazalar gibi olması ironisi var. o mağazalar gibi karman çorman, üst üste atılmış tişörtlerin arasından hiç bulunmayacak bir şeyi arayan teyzeler var içlerinde. her şey buruşmuş ve pis görünüyor. hepimiz gibiler. ben gibi. ben napıyorum burada? diye soruyorlar kendilerine belki her gün.

indirimli mağazaların önünden midem bulanarak geçtikten sonra ben burada gerçekten ne yapıyorum? sorusu artık kafamın içindeki tek şey haline gelmeye başladı ve hızlı bir şekilde mağazalardan uzaklaştım. bazen göz görmeyince gönül gerçekten de katlanıyor. bazı şeylere yeterince uzak olmak bile çok güzel bir şey, en azından bir süreliğine. boşuna demiyorum uzaklığa ihtiyacım var diye, tam da böyle durumlarda uzak olmaktan tatlısı var mıdır? sonra kahve dedim, kahve içmeli. son bir aydır içtiğim bardaklarca sade kahve yüzünden midem eski alışkanlıklarına dönmeye çalışıyor bu sıralar, belki annemin kehanetleri gerçek oldu ve midemi deldim bilemiyorum ama beni kahve içmekten vazgeçirebilecek kadar büyük bir hasar olamaz, olsa da kabul edemem. oturdum, kitabımı çıkarıp masaya koydum ama okumadım. kahvemi içtim sadece, kıpırdama isteğimi tamamen kaybederek. yine hiçbir şey hissedemediğim o boşluk anlarından birine yakalanmıştım, öylece durdum bir süre. sonra buradan çıkmam lazım dedim, napıyorum ben burada? böyle durumlarda hep yaptığım şeyi yaparak montumu giymeden dışarı çıktım, biraz yürüdüm. hiçbir şey hissedemediğim zamanlar kendimi üşümeye mahkum ediyorum, bir şeyler hissedebilmek için, ellerim karıncalanıyor mesela, yüzüm kesiliyor ve ben o hisleri o kadar çok seviyorum ki. yaşıyorum diyorum, ben yaşıyorum, ama neden. ben burada ne yapıyorum? yine cevap veremiyorum kendime, sadece üşüyorum. eve kadar da üşüdüm. işin kötüsü kendimi buna o kadar alıştırdım ki artık eskisi kadar üşüyemiyorum bile, herkesin montla donduğu havalarda üzerimde tek bir hırka hiçbir şey hissetmeden duruyorum, sonra sen nasıl bir insansın, neden üşümüyorsun diye soruyorlar, onlara tüm hikayeyi anlatamıyorum, nasıl anlatırım zaten, sen napıyorsun burada derler sonra bana. ben ankaralıyım, kış çocuğuyum diyorum, yalan da değil öyleyim ama bilmiyorlar ki ben iki yıldır kendimi üşütüyorum sırf yaşamak olsun diye. belki de üşürken ben neden üşüyorum diye sormak zorunda olmadığım için. temel fiziksel tepkilerin en sevdiğim özelliklerinden biri de bu; onları sorgulayamıyoruz. yaşadığımıza dair ipuçları olarak görüp geçiyoruz, analiz etmiyoruz onları. çünkü bu doğamız. peki doğamız sürekli ben burada ne yapıyorum? sorusu sormanın da doğal bir şey olduğunu mu düşünüyor? yoksa bu soruyu soranlar değil de ona cevap veremeyenler mi hayattan bir şekilde eleniyor? belki de çok fazla üşümekten, farkında olmadan eleniyorlardır, tam o sırada, üşümenin tam ortasında, sorgulayamadan.

napıyoruz biz burada?

7 Ocak 2012

You might find your small soul


Blind Pilot'ın dediği gibi "maybe some things are better left unsaid" Şu hayatta gerçekten öğrendiğim en önemli şeylerden biri bu. Uygulayamıyorum ama biliyorum. Hayatımın ilerleyen zamanlarında uygulamayı da öğreneceğim umarım.

4 Ocak 2012

La piel que habito
























Bir Almodovar filmini beğenmediğim henüz görülmüş şey değil, hepsine bayılıyorum, izlediğim tüm filmlerini sevdiğim birkaç yönetmenden biridir kendisi zaten. İçinde Yaşadığım Deri'yi de çok sevdim tabi ki. Almodovar'ın alışkın ve hayran olduğum sinema dili, hunharca kullandığı renkler, az ama yerli yerinde müzikler, filmin sonlarına doğru artan heyecan, araya serpiştirilmiş mükemmel espriler, hiç yorulmayacakmış gibi hareket eden karakterler; bunlar benim için Almodovar filmlerinin klasikleridir. Bir de tabi genel olarak cinsiyetlerle ilgili gözlemleri, eşcinselliğe bambaşka bir yerden bakması, kadın olmak-erkek olmak üzerine yorumları ile kadınlara ve kadınlığa olan hayranlığı beni her zaman büyüler.İçinde Yaşadığım Deri genel Almodovar resminin biraz dışında kalıyor, biraz farklı. Bu filmin diğerlerinden farkı öncelikle bir erkek filmi olması, bir de diğer filmlerinden daha ağır bir tempoda ve daha karanlık şekilde ilerlemesi ve karakterlerin alışılmış konuşkan hareketli Almodovar karakterlerine pek benzememeleri. Ama bu durum kesinlikle rahatsız edici bir şey değil hatta belki filmi sindirmeyi kolaylaştıran bir etmen. Filmde hikaye erkek karakterler etrafında dönüyor, kadınlar yan rollerde kalmış bu sefer ama kadınların erkeklerin hayatını nasıl bir anda değiştirebileceklerini, kadınların gizil kalmış gücünü, erkeklerin (ve de kendisinin) kadınlara olan belki hastalıklı denebilecek hayranlığını yine göstermekten geri de kalmamış İçinde Yaşadığım Deri'de. Başka türlüsü beklenemez zaten Almodovar'dan. Aslında çok başka meseleler de var ama çok büyük spoiler olur endişesiyle burada bahsedemiyorum. Güzel film, vizyondayken mutlaka gidin izleyin derim.

2 Ocak 2012

Graveyard


çok güzel şarkı.

Roots and lies, roots and lies, our family tree is old

From there we climb the golden hill, calmly will eternity

I held your heart, a giant wand; all tell of sorrow

And history begins to be blue and brown eyes

Whoa-ah-ah-ah ah-ah, bring `em all back to life