20 Şubat 2011

ve evet böyle de bir gerçek var. thom yorke gene haklı. her zaman haklı

"Thom Yorke wrote ‘Creep’ after being rejected by a girl he was infatuated with while studying at Exeter University in the late ’80s. Yorke says it is about being in love with someone, but not feeling good enough, declaring, “There’s the beautiful people and then there’s the rest of us."

Şimdi bu bir gerçek. dünyada bir güzel insanlar ve onlara sağlanan olanaklar var bir de geri kalanımız ve sürekli bu gerçekle yüzleşme zorunluluğumuz. sen ne kadar benim için önemli değil dersen de tüm dünya için önemliyken ve sen o dünyada yaşamak zorudnayken mutlaka gelip bir yerden çarpıyor bu gerçek. kaçamıyorsun, tiksiniyorsun ama kaçamıyorsun. özgüven diye bir şey olmuyor zaten ve sırf bu nedenle bir sürü şeyi eline yüzüne bulaştırıyorsun. sonra doğru düzgün beceremediğin her şeyden sonra özgüvenin biraz daha yara alıyor. kısır döngünün içinde kayboluyorsun. öyle bi dünyada yaşıyoruz ki insanların birilerine güzel ya da çirkin demeden geçirdikleri gün yok. saatlerce oturup, televizyonda, sokaklarda sadece dış görünüşleri üzerinden insan değerlendirmeyi hobi edinen kişiler var. başkaları hakkında bir şey söylecekleri zaman akıllarına ilk gelen şey dış görünüş ve daha neler neler. sonuçta birini seviyorsun o seni istemiyor ve sen direkt olarak görünüşünle ilgili bi eksiğin olduğunu düşünüyorsun çünkü bize o kadar öğretilmiş ki bu ve insanlar o kadar takmış durumdaki güzelliğe ben çirkinim o yüzden beni istemedi diyorsun kendine. işin kötü tarafı, asıl neden de genelde bu oluyor. çok adaletsiz. kimse görüntüsünü seçemiyor ama bu görüntü nedeniyle yargılanıyor, dışlanıyor. sevilmiyor. ne biçim iş bu ya. lanet olsun yani. belki de dünyadaki en yaygın ayrımcılık şekli bu ama kimse başka ayrımcılıkalra verilen tepkiyi vermiyor. sanki herkese bu düzen doğru geliyor sanki bir insan sadece etten hapishanesine bakılarak anlaşılabilir, onun sevilemez olduğuna da 2 dakikada karar verilebilir gibi. çok doğal, hiç sorgulanmaya bile gerek duyulmayan bir gerçek. dünyada bir güzel insanlar ve bir de geri kalanlarımız. aynen öyle thom. her zaman da öyle olacak.

bir de sanırım ben çok fazla radiohead dinliyorum bu aralar, hep bir creep kafasındayım hep bi kaybolmak, varolmamak istiyorum. ve thom yorke benim kafamda konuşuyor sanki sürekli. şimdi bir de dans edyor tabi, gözüm kapayınca lotus flower dansı da görmeye başladım. ayrıca da şuna da bir baksanız güzel olabilir yeni albümü kutlarken.
50 incredibly geeky facts about radiohead

17 Şubat 2011

Aşk çok doğal bir şeymişti, bana da olsunmuştu!

Biraz önce, geçen yıl sevgililer gününden sonra yazdığım yazıyı buldum taslaklarda. Bir vitrinin camında yazan "love is natural" cümlesine takmışım giydirmişim de giydirmişim. Bu yıl o cümlelerden görmedim gerçi, aslında bu yıl kalp bile görmedim sağda solda. Sanırım insan bir şekilde çevresindeki uyarıcıları yok saymayı başarıyor belli bir nefret etme sürecinden sonra. İnsanların birbirlerini sevmesini,aşık olmasını vesaireyi saçma bulmuyorum, gerçekten. Her ne kadar tüm o aşk ve dramanın mutlaka bir sonu olduğunu düşünsem de yaşadıkları süre boyunca bunun tadını çıkarabilirler. Ama ben sürekli kalplere, ayılara, çikolatalara, love is natural yazılarına maruz bırakılmak zorunda olmaya ve sevgililer gününde sevgilisi olan insanların çok üstünlermişçesine sevgilisi olmayanlara "ama üzülme bir gün senin de olur, darısı başına, allah sana da benimki gibi bir sevgili versin, ben şanslıydım sen de olucaksın ve bir sürü zırva" şeklinde cümleler kurmalarına hatta daha özelde bana böyle cümleler kurmalarına çok acayip gıcığım. Love is natural anam, size öyleymişti ama anlamadığım şey aşkın o kadar doğal gelmemesi. Olmuyor bana yani, bu kadar doğal ve temel bir şeyse ben kendim bir freak of nature olduğum için olmuyor herhalde ya da gerçekten o kadar doğal bir şey değil. Gerçekliği de tartışılır zira gerçek nedir arkadaşım bak bu çok derin konu hiç girmeylim şimdi. Siz kutlayın sevgilinizle güzel güzel ama arada üç dakika durup bana "umut dolu konuşmalar" yapmayın. reca edicem. Vitrinlerideki kalpleri ve yazıları yok saymayı bir şekilde öğrendim ama kulağımın dibinde birileri bana kendi aşklarının güzelliğini anlatıp aynısından bir de benim için dilediklerinde duymazdan gelemiyorum. Yani henüz gelemiyorum eğer bir şekilde yıllarca devam edecekse bu geyik belki bunları yok saymayı da öğrenir bünyem. Yeni bir savunma mekanizması mı geliştirir bilmiyorum ; anlık sağırlık mesela veya böyle onlar konuşurken içeriden bir müzik çalmaya başlar. Ah ne güzel olur. Sevgililer gününden vallahi billahi nefret etmiyorum ben insanlardan nefret ediyorum, günün ne suçu var.

13 Şubat 2011

Is it still raining everywhere you are, Jolene?

Jolene'i bilemeyeceğim ama benim olduğum yerlerde hala yağıyor yağmur. Jolene'i de çok sevdim. o içeri girdiğinde içeride bile yağmur yağıyormuş çünkü, ne kadar muhteşem bir insandır kim bilir. ben o kadar olamadım hiçbir zaman, bu yüzden Jolene'i kıskandım. Jolene'le çok iyi arkadaş olabilrdim. beraber baya bi yağdırırdık, sel olurdu. sonra odanın içinde yağmur yağmasını düşününce aklıma eternal sunshine geldi. oturma odasında yağmur yağmaya başlıyordu da clementine kitabı kafasına götürüyordu. benim en sevdiğim sahnelerden biridir. sanırım yağmurla ilgili meselelerim var çözemediğim. içinde yağmur geçen her şeyi seviyorum nedensiz. bence Jolene'in olduğu yerlerde de hala yağmur yağıyordur, öyle olmalı. ayrıca jolene benden çok daha şanslı, birileri onun için şarkılar yazmış, onun yağmurla ilişkisi birileri için önemli olmuş. ah jolene ne şanslı kadınsın ve sen clementine sen de öylesin. çünkü diyor ki şarkıda;
"Now there's sunshine and flowers everywhere
And I don't care."



bir de bunu herhangi bir yere yazman lazımdı, o kadar güzel ki sadece kitapta altı çizili kalsın istemiyorum. son günlerde içimden sürekli tekrarlıyorum zaten, şimdi de defalarca okuyacağım burada olduğu için:

"Benimle igili hayallerin benim hayallerim değildi, dedi. Belki de o hayaller senin için." Patti Smith - Çoluk Çocuk

11 Şubat 2011

Espriler Şakalar




































Son bir saattir, durmadan buna gülüyorum. Red on numara adam yahu. O değil de komedi dizisine ihtiyacım var, şöyle çok sezonlu diyen varsa hiç durmasın that 70's show'u izlesin. Cidden günüm aydınlanıyor bu diziyle. Diziler çok güzel şeyler ya, valla bugün bi sevgi doluyum, tüm dizileri takdir edesim var. veya yine gerçek hayattan çok sıkıldım.

3 Şubat 2011

Rivers and Roads

böyle ara sıra blogta kendi hayat olaylarımdan bahsetmek istiyorum hatta bazen bunu yapıyorum da ama sonra çok garibime gidiyor ne yapsın insanlar ben ne yapmışım ne yemişim falan değil mi diye düşünüyorum. sonra da diyorum ki mal mısın gökçe blog öyle bir şey zaten, fazlasıyla kişisel ,her zaman duygu düşünce de yazılacak diye bir şey yok. ayrıca ileride kendim okuduğumda da ha lan ben şunları yapmışım, şunları söylemişim, buralara gitmişim diyeceğim yazıları görmek hoş olabilir, oluyor. o yüzden yine biraz hayatımdaki nadir ama önemli atraksiyonlardan bahsetmek isterim. bu cümleyi de sırıtmadan kurabilmeyi de dilerdim zira atraksiyon diyince böyle şekilli şeyler yazacakmışım ne çılgın ve inanılmaz bir hayatım olduğunu anlatacakmışım gibi geliyor olabilir ama değil. başkalarıyla değil de kendimle karşılaştırdığım zaman atraksiyonlu gelen şeysiler.

**paris'e gittim ya ben blog. 4 gün kaldım. soğuktan götüm dondu ama pek hoştu; hoş ne kelime süperdi ya süper ötesiydi. 5 kız çıktık yola , kafamıza esti bir anda aldık biletleri, ayarladık hosteli düştük yollara. yolda olmayı ne seviyorum anlatamam blog, öyle bir değişik ruh hali, mutluyum, özgürüm falan gibi geliyor tüm bavul taşıma, ordan oraya sürünme eziyetlerine rağmen. bu gezide o eziyetleri de bi yönden sevdiğimi keşfettim blog, garip bir zevk alıyorum sefillikten. paris'ten döndükten sonra yarım saat kala ankara'ya uçakla gelmeye karar verdiğimiz ve bileti alıp kapıya doğru koştuğumuz o an mesela bldiğin işkenceydi çünkü 2 çantam bi bavulum iki de torbam vardı -evet torba- koştuğumu zannediyordum ama yürüyordum mesela, öyle bir kafa yani ama uçağa binip çantalarımı insanlara kendimi koltuklara poşetlerimi de yerlere çarparken çok sapıkça bir zevk aldım bundan blog, yargılama beni olur mu?? paris'e gelince; paris yardırıyor . pek güzel pek stil sahibi bir şehrimizmiş. erkeklerin muhteşem giyindiği , bana bile tatlıyı sevdirebilecek potansiyelde tatlıcılara sahip ve ankara'dan daha soğuk olabilen bir yer görmüş olmak pek ufuk açıcıydı. soğuktan kafa olduğumuz zamanlar oldu, öyle bir uyuşma. ben bir ara kalp atışlarımın yavaşladığını hissettim, dedim ölüyorum kaderde pariste donarak ölmek de varmış. kısmet tabi dedim bu işler. bari bir fransız erkeğinin tarz dolu düğmeli mantolarıyla bezenmiş kollarna düşüp ölsem. o taktıkları atkıların , kaldırılmış mont yakalarının yanında ölüversem dedim. ölmedim. fransız erkeklerinin hiçbir yerine düşemedim blog, yakınlarında bile duramadım, hep geçip giderken maşallah falan dedim anca. o da kımset tabi ne yazıldıysa o derler. fransız yokmuş kaderde napcen. ama allam ne güzel giyiniyor orda erkekler, bi ara ağlamak istedim güzellikleri karşısında. ağlamadım. sonra konuşuyoruz arkadaşlarla lan yarın ankara'ya gidicez mal mal tipler görücez bi de kendilerini bir şey sanacaklar -artık nelerine güveniyorlarsa- sinir olucaz. sonra paris'te her şey böyle mükemmelken eve dönüp gene aynı yavan hayatı yaşamya devam edicez sanki hiç burada bulunmamışız gibi falan dedik. ve harbiden paris'ten döndüm ertesi gün işe gidiyorum, etimesgut dolmuşuna bindim, allam nasıl bir hayattan soğuma, daha dün paris'te dolaşıyordun bugün geldin gene etimesgut dolmuşundasın. ben diyordum zaten paris çok sürreal diye. gerçekten öyle çünkü gerçek, sabahın köründe etimesgut'a gitmek lan. sıçıyım böyle hayata. bir gün paris'te gece 1'de ıssız bir sokakta yürüyorsun 5 kız ve hiiç kormuyorsun ertesi gün geliyorsun etimesgut dolmuşunda sabahın köründe pis pis bakan adamlar. neyse durumu daha fazla ajite etmiycem ama siz anladınız meramımı zaten.

**fiziksel çekim cidden farklı bir şeymiş. hiç alakamız olmayan bir adamdan baya baya etkileniyorum bu sıralar da bu durum beni düşüncelere sevk ediyor. hani bazı insanlar olur ya biz bu insanla otursak iki satır konuşamayız, ortak hiçbir özelliğimiz, ilgi alanımız yok falan deriz ya işte bu adam da aynen öyle. gel gelelim kendisini ne zaman görsem böyle bir şeyler oluyo bana, sırıtmak ve anlamsızca kendisine doğru yönelmek isteği falan geliyor içimden. bakalım bunun sonu neye varacak, merakla izliyorum kendimi.

**işime baya baya alıştım, benimsedima artık. sevdiğim ve sevmediğim yönleri var tabi muhakkak ama dün 82 yaşında olan ve benim acayip sevdiğim bir teyze "don't war make love" yazan tişört giymek istediğini söyledi. oha dedim. sırf bunları duyabilmek için hergün koşarak giderim işe. hem galiba bir tiyatro oyunu hazırlıycaz yaşlılarımızla, acayip eğlenceli olacak. dün ortaya atılan fikirler bile beni eğlendirmeye yetti de oyunun kendisini hazırlarken ben koparım, kopmaktan hiçbir şey yapamam gibi geliyor. bizim iş çok garip. çok sosyal. mutlaka insanlarla bir etkileşim gerektiriyor bazen bundan çok bıkıyorum ama o etkileşim bağları kuvvetlendiriyor ve başka bir insanla iletişim kurabildiğini, derin bir bağ yakalayabildiğini hissettiğinde de o etkileşim sonsuza kadar devam etsin istiyorsun. ne bileyim alışıyorsun. hoşuna gidiyor. aman ne bileyim. psikologluk mesleğine sevgi-nefret hisleri besliyorum. öyle bi ambivalans. aynı gün içinde önce allah belasını versin diyorum sonra da iyi ki bu işi yapıyorum diyorum. ben bi bok bilmiyorum valla.

**the head and the heart'ı ne çok sevdiğimi söyleyip duruyorum bu blogta, biliyorsunuz. süper bi grup canlarım benim. onların bir şarkısı var başlıkta yazdığım rivers and roads. şarkının sevdiğim yanı sonunda rivers and roads diye bağırıyorlar onlarca kere. o kadar seviyorum ki. ben de bağırıyorum. çünkü hem yollara hem de nehirlere bayılıyorum. süper bi şarkı ya, şurdan bi bakın derim.



rivers and roads till i reach you.