Bugün eve doğru yürürken birden aklıma geliverdi; Zooey Deschanel ve Ben Gibbard'ın evli olması ne kadar güzel değil mi? Evet benim boş zamanlarımda böyle şeyler düşünmem oldukça garip sayılabilir ama çok sevdiğim iki muhteşem insanın birbirlerini bulabilmiş olmaları salakça mutlu ediyor beni. Sonra bir de doğacak çocukları gerçeği var. Hepimizin olmak istediği ama asla olamayacağı şeyleri olabilme potansiyeli var o çocukta. Genetik olarak edineceği güzellik, iyi ses, duygusallık efenime söyleyeyim her türlü yetenek, sözel zeka, müzikal zekayı falan düşünüyorum da.. Sonra bir de içinde büyüyeceği çevrenin süperliği var. Dünyanın başkanı falan olsun o çocuk.
Ben Gibbard hakkında da her zaman iyi şeyler düşünürüm ama death cab for cutie'yi ne zaman dinlesem veya grubun adını ne zaman duysam aklıma ilk olarak ben gibbard değil de Seth Cohen geliyor, engelleyemiyorum. Çok da spesifik bir sahne canlanıyor gözümün önünde. Ryan'ın Seth dışarıda olduğu bir gün onun odasına girip Seth'i beklerken death cab for cutie dinlediğini ve çok duygusallaştığını söylediği sahne. Sonra Seth heyecanla ve spoonge bob bakışlarıyla "gerçekten mi" diye sormuştu, sevinmişti çocuk bildiğin. Ryan da "tabi ki hayır" demişti. Yüzü düşmüştü Seth'in. O sahnedir benim aklımda Death Cab For Cutie'nin yeri. Kimse anlamıyordu Seth'i zaten, dizi boyunca da pek anlayamadılar ama biz seviyorduk Seth kardeşi, death cab for cutie ile duygusallaşıyorduk zaman zaman. Hala duygusal anlar yaşıyoruz şarkılarıyla, çok liseli olmayan manalarda artık tabi ki.
Zooey ise bambaşka bir şey. Yeryüzünde en çok hayran olduğum kadınlardan biri. Mavi gözleri süper saçları falan bir yana bu kadındaki sestir beni delirten. Bence çok muhteşem bir ses tonu var, yaptığı müzik de on numara. Eminim bu söylediğime katılmayacak sürü sürü insan bulabilirim ama tam benim havalarım She & Him. Ki M. Ward da sevilir, sayılır. Konuşurken ki ses tonuna da ayrıca kurban oluruz. Bir de sağda solda ikoncan diye gösterdikleri kadınlara Zooey'i takip etmelerini öneriyorum zira tarz konusunda da aşmış bir kişi. Evet kısaca; tümden mükemmel insanlar vardır ya işte onların kraliçesi Zooey ki bir de şirinlik faktörü var kendisinde, her şeye sahip olduğu için kıskanamıyorsunuz bile. sadece seviyorsunuz.
Düşünsenize sabah uyanınca birlikte şarkı söylüyorlarmış evlerinde, akşam yatmadan önce şarkı sözleri yazıyorlarmış falan. Allam ne tatlı hayat, ne güzel insanlar. Universe takdir ettim seni bazen de doğru insanları buluşturuyorsun galiba. Az ve öz çalışan bi kurumumuzsun universe.
26 Ekim 2010
24 Ekim 2010
Bir Şarkı
Ben bu şarkının içinde yaşasam diyorum. Sonuna doğru vokalin sesi hafiften çatallaşıyor ya ha işte evimi oraya yaparım, uyur uyanırım vesaire. Şarkıların insanlar üzerindeki etkileri hakkında sayfalarca yazabilirim ama bir şarkı, içinde yaşama isteği uyandırıyorsa her türlü kategoriyi sollayıp en birinci olur. Sonra üzerine konuşulmaya gerek kalmayan seviyeye gelir ve sadece dinlemek gerekir. Bu şarkı o şarkı işte.
Down in the Valley by theheadandtheheart
Seattle'ın havası suyu bir şeyi var, aynı Britanya gibi. Müzik, yağmurlu memleketlerin harcı sonucunu çıkardık galiba, eh tabi ki.
Down in the Valley by theheadandtheheart
Seattle'ın havası suyu bir şeyi var, aynı Britanya gibi. Müzik, yağmurlu memleketlerin harcı sonucunu çıkardık galiba, eh tabi ki.
21 Ekim 2010
Sonlubahar
Sonbahar Ankara'da çok güzeldir bilen bilir, sevmeyenlere de sözüm yok ama şu mevsimde bu şehirde olmak en güzel şey. Soğuk, yağmur, kahve, müzik ve Ankaradır benim için sonbahar. Öyle bir şey ki bu, sanki dinlediğim her şarkı okuduğum her cümle izlediğim tüm filmler daha bir anlamlı daha değerli. Dışarısı böyle soğuk ve kapalıyken insanın yapabileceği en yararlı şeyin kendi içine bakmak olması belki beni çeken. Okurken, dinlerken bir gözüm hep içeride hep kendimden yola çıkıyorum sanki. Bir de yazın getirdiği anlamsız rehavet ve "her şey gelir geçer" duygusundan kurtulmuş olmanın verdiği ufak tedirginlikle birlikte yapılan her aktivite başka bir heyecan hissettiriyor bana. Şarkılar da o yüzden daha anlamlı kitaplar da. Geçip giden ve gerçek olmayan şeyleri değil de hayatın kendisini çağrıştırdığı için, aynı sonbahar gibi. Zaten hayat hep biraz sonbahara benzer. Yaz çok sürreal, ilkbahar çok iyimserdir. İlkbahardan ruhum sıkılır; güzel şeyler asla ilkbaharda gerçekleşmez. Kış içinse söyleyebileceğim fazla bir şey yok; nedensiz yere çok sevdiğim ve vazgeçemediğim için paramparça olana kadar giydiğim ayakkabı gibi kış. Öylece seviyorum, sorgulamıyorm. Ancak en gerçeği mutlaka sonbahar. Ve Ankara'yı nasıl bırakıp giderim onu düşünüyorum son günlerde. Bu şehirde bana yapışan bir şeyler var; belki şu an için çamurudur bilemiyorum. 2 ay önce de tozuydu ondan eminim. Ne olursa olsun hiçbir şehrin sonbaharı Ankara gibi olmayacak ve ben çok özleyeceğim. Yani aslında henüz bi yere gittiğim de yok ya, böyle içime dert oluveriyor bazen. Hep bu sonbahar yüzünden, havaları suçluyorum böyle düşüncelere daldırdığı için beni. Suçlamam bayılmadığım anlamına da gelmiyor. Seviyorum, sövüyorum.
16 Ekim 2010
Mesafe
İnsanların arasındaki mesafeler inanılmaz olabiliyor bazen. Öyle mesafelerin nicel boyutunu kast etmiyorum bile. Birkaç hafta önce yanından bir saniye ayrılmak istemediğin, birlikte çok zaman geçiren insanlara özgü o ortak dili oluşturmaya başladığın, sevdiğin, özlediğin bir insanla birden bire aranıza giren, ortanıza yerleşen mesafe bahsettiğim. Çok garip, sanki o kişi aynı insan değilmiş hatta sen aynı insan değilmişsin gibi. Konuşabileceğiniz tek şeyin, sokakta yanından geçerken seni görmemesini dilediğin teyzeyle konuştuğun şey olması beni üzen. Öylesine bir sohbet ; iki tarafında rahatsız hissettiği ve "ama şimdi karşılaştık bir şeyler konuşmamız lazım sadece bir kafa selamıyla da geçilmez ki o zaman söyleyecek bir şey lazım, hadi konuş konuş konuş" şeklinde iç sesimizle kendimizi bile baydığımız, samimiyetsizliğimiz yüzünden duruma yabancılaştığımız anlar silsilesi. Samimiyet kazanılması zor bir şey ama belli ki kaybetmesi çok kolay. Benim içinse samimiyeti kurmak herkese oranla daha zorken bu kadar kolay kaybedebilmeme daha çok üzülüyorum haliyle. Bir yandan da aslında gerçek bir samimiyet olsaydı durum bu olmazdı diye de düşünmeden edemiyorum. Belki benim olayım yakınlığı kaybetmek değil de aslında gerçekten hiç yakın olamamaktır. Bu düşünce başlı başına korkunç ama gerçeklerin çoğu öyle oluyor zaten. Ne yazık ki.
14 Ekim 2010
Uçurum
Bana öyle geliyor ki insanın istedikleriyle elde ettikleri arasında mutlaka bir açıklık olacak hatta bazı durumlarda bu açıklık uçuruma dönüşecek -veya bazı insanlar için mi demeliydim? - Hayalci arkadaşlarım gelin beraber atlayalım uçurumlardan. Bir şey" elde etme" fikri de garip tabi, ne manyak canlılarız ki her şeye sahip olmak istiyoruz. Belki bazı şeylere sahip olunamıyordur, onlar böyle yanımızdan geçip gidiyor hatta belki biraz da casper gibi içimizden geçiyorlardır. Azıcık ürperip yolumuza devam ediyoruzdur. Neden olmasın? Aslında şu var ki, ben bir şeyleri elde edememekten yoruldum; bazı şeylerin o -elde edilebilir- kategoriye asla giremeyeceğini düşünmek içimi de rahatlıyor olabilir. Buna da neden olmasın diyebilirim. Kimi zaman da her şeyi birkaç yönden düşünmekten yoruluyorum. Öyle değilse böyledir veya böyle olduğu için aslında bu şöyledir gibi yorumlar yaptığım her an, gerçekten çok istediğim bir şeyi yapma girişiminde bulunsaydım belki uçurumlarım bu kadar büyük olmazdı diye de geçiyor içimden. Ve bunu aklımdan geçirirken de gene aynı şeyi yaptığımı söylememe gerek yok sanırım. Bitmeyecek bu döngü. Sadece zaman geçecek. Ama olsun, atlayalım uçurumlardan.
13 Ekim 2010
Bir Film: Nowhere Boy
John Lennon 70 yaşını doldurdu geçen gün, ben de oturdum tüm günümü Beatles şarkıları dinleyerek geçirdim ve bu adamın bize bıraktıklarının ne kadar büyük ne kadar önemli olduğunu düşündüm. Tek bir insanın dünyada böylesine değişim yaratabilmesini hep büyüleyici bulmuşumdur; insanlıkla ve kendimle ilgili az da olsa umut barındırmama sebep oluyor bu insanlar.. Sonra Lennon'ın doğumgünü şerefine aylardır izlenmeyi bekleyen Nowhere Boy'u izledim, meğerse filmin zamanı buymuş dedim kendi kendime, onca zaman bekletmenin güzel bir tarafı da olabiliyormuş. Öncelikle söylemem lazım filme bayıldım ve Beatles'ı ve John Lennon'ı seven herkesin derhal izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve buradan sonra spoilerlı mevzulara giriyorum.
Film Lennon'ın ergenliğini anlatıyor; çok kısaca böyle diyebiliriz. Tam bir ergen görüyoruz filmde sinirli, tavırlı, eğlenceli bir çocuk John ve ailesiyle okuluyla problemli. Aslında asıl olay ailesi, filmin bize gösterdiği John Lennon'ı annesi Julia ile ilişkisi ve bu ilişkinin onun hayatına ve müziğine etkisi. Julia John'u bırakıyor ve teyzesi Mimi ile büyüyor John ancak çok sonradan annesiyle karşılaşıyor, ardından derin-karmaşık aslında çok da anne-oğul ilişkisine benzemeyen bir nevi arkadaşlık bağı gibi bir şeyle bağlanıyorlar birbirlerine. O bağ sayesinde Lennon müziğe başlıyor ve belki filmdeki en heyecan verici yerlerden biri de John'un müzikle tanışması oluyor. Plak dükkanından rock'n roll plakları çalmaya çalışması mızıkasının melodileri, Elvis'e özenip ben rock'n roll grubu kuracağım diyerek çok spontan bir kararla ilk gitarını alması. Bu sahneler beni çok heyecanlandırdı, bir şekilde The Beatles'ın kuruluşunun ilk anlarına tanık olmuş gibi hissettim. Aynı heyecanı Paul McCartney'nin ilk göründüğü sahnede de yaşadım ve filmin sonuna kadar beatles kelimesinin geçeceği anı bekledim ama o an hiç gelmedi. Yine de söylenmese de filmin sonunda John yeni grubunu kurmuştu ve Paul ile birliktelerdi.
Julia karakteri hakkında ise söylenecek çok fazla şey var. John Lennon'ı bu insan yapan şey aslında çocukluğu, annesinin onu bırakması, babasının yokluğu ve Julia'nın müzikle içli dışlı olup oğluna bildiği her şeyi anlatması ya da belki sadece başlı başına bir ilham kaynağı olması. Böyle bir anne figürünün ve onun yokluğunun bir adamı şekillendirmesi hiç de şaşılacak şey değil ve ben, hayran olduğum insanların çocuklukları, travmaları, aileleri konusundaki genel merakımı göz önüne alınca çok da memnun oldum Lennon'ın geçmişinden, onun bir ikon olmasını sağlayan geri planından anlar izlemekten. Hikaye tamamiyle doğru mudur eksiği gediği var mıdır bilmiyorum ama film bitince Julia şarkısını açıp da bir dinlemek istiyor insan, öyle etkiliyor Julia işte -ki o şarkı da Julia için yazılmış ama yoko ono'dan da bahseden bir şarkıymış.- Şimdi düşününce Lennon'ın Julia gibi bir farklı ve baskın bir anne figüründen sonra diğer güçlü ve baskın bir kadın olan yoko ono'yu böyle çok sevmesi şaşırtıcı değil. Veya ben çok zorlama bir bağ kuruyorum şu anda. Her neyse filmde en sevdiğim söz şu aşağıdaki diyalogta geçen John'un bir Elvis olma hayaliyle yanıp tutuştuğu ve annesine dert yandığı sahnede annesinin verdiği cevaptı. Elvis olmadığı iyi olmuş gerçekten yoksa kim John Lennon olabilirdi.
John: why can't god make me Elvis?
Julia: cause he was saving you for John Lennon.
Film Lennon'ın ergenliğini anlatıyor; çok kısaca böyle diyebiliriz. Tam bir ergen görüyoruz filmde sinirli, tavırlı, eğlenceli bir çocuk John ve ailesiyle okuluyla problemli. Aslında asıl olay ailesi, filmin bize gösterdiği John Lennon'ı annesi Julia ile ilişkisi ve bu ilişkinin onun hayatına ve müziğine etkisi. Julia John'u bırakıyor ve teyzesi Mimi ile büyüyor John ancak çok sonradan annesiyle karşılaşıyor, ardından derin-karmaşık aslında çok da anne-oğul ilişkisine benzemeyen bir nevi arkadaşlık bağı gibi bir şeyle bağlanıyorlar birbirlerine. O bağ sayesinde Lennon müziğe başlıyor ve belki filmdeki en heyecan verici yerlerden biri de John'un müzikle tanışması oluyor. Plak dükkanından rock'n roll plakları çalmaya çalışması mızıkasının melodileri, Elvis'e özenip ben rock'n roll grubu kuracağım diyerek çok spontan bir kararla ilk gitarını alması. Bu sahneler beni çok heyecanlandırdı, bir şekilde The Beatles'ın kuruluşunun ilk anlarına tanık olmuş gibi hissettim. Aynı heyecanı Paul McCartney'nin ilk göründüğü sahnede de yaşadım ve filmin sonuna kadar beatles kelimesinin geçeceği anı bekledim ama o an hiç gelmedi. Yine de söylenmese de filmin sonunda John yeni grubunu kurmuştu ve Paul ile birliktelerdi.
Julia karakteri hakkında ise söylenecek çok fazla şey var. John Lennon'ı bu insan yapan şey aslında çocukluğu, annesinin onu bırakması, babasının yokluğu ve Julia'nın müzikle içli dışlı olup oğluna bildiği her şeyi anlatması ya da belki sadece başlı başına bir ilham kaynağı olması. Böyle bir anne figürünün ve onun yokluğunun bir adamı şekillendirmesi hiç de şaşılacak şey değil ve ben, hayran olduğum insanların çocuklukları, travmaları, aileleri konusundaki genel merakımı göz önüne alınca çok da memnun oldum Lennon'ın geçmişinden, onun bir ikon olmasını sağlayan geri planından anlar izlemekten. Hikaye tamamiyle doğru mudur eksiği gediği var mıdır bilmiyorum ama film bitince Julia şarkısını açıp da bir dinlemek istiyor insan, öyle etkiliyor Julia işte -ki o şarkı da Julia için yazılmış ama yoko ono'dan da bahseden bir şarkıymış.- Şimdi düşününce Lennon'ın Julia gibi bir farklı ve baskın bir anne figüründen sonra diğer güçlü ve baskın bir kadın olan yoko ono'yu böyle çok sevmesi şaşırtıcı değil. Veya ben çok zorlama bir bağ kuruyorum şu anda. Her neyse filmde en sevdiğim söz şu aşağıdaki diyalogta geçen John'un bir Elvis olma hayaliyle yanıp tutuştuğu ve annesine dert yandığı sahnede annesinin verdiği cevaptı. Elvis olmadığı iyi olmuş gerçekten yoksa kim John Lennon olabilirdi.
John: why can't god make me Elvis?
Julia: cause he was saving you for John Lennon.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)