Bu bloğun son zamanlardaki "içsel yakarış platformu" hallerine bir dur diyesim var. Ben aslında sürekli yakarış halinde bir insan değilim ne çok düşünüyor ne de çok sorguluyorum. Aslında çoğu zamanım boş aktivitelerle geçiyor ve burada bahsi geçen yakarışlar da birkaç dakikalık hezeyanlar şeklinde geliyor, gidiyor bazen kalıyor yalan söylemeyim. Ama ben başka şeylerden bahsetmek istiyorum. Mesela Life Unexpected diye bir dizi keşfettim. Çok tatlı ve ilk sezonunu 13 bölümle bitmiş durumda, başlayacaksanız en güzel zamanlar; bir anda 13 bölümü tüketip mutlu olabilirsiniz ben oldum. Evlat edinilmek üzere verilen ve biri tarafından evlatlık olarak alındığı zannedilen aslında hiçbir zaman kimse tarafından evlat edinilmeyen sonra da 16 yaşında gerçek anne babasıyla karşılaşan bir kızın hikayesi. Bir yerde Juno'yla Gilmore Girls'ün birlşimi yazmışlar dizi için ben de pek katıldım. Tam olarak bir gilmore girls havasını yakalayamasalar da olsun idare etti beni. Diziyi çok sevdim ikinci sezonu çok merakla bekliyorum ama belki diziden daha çok sevdiğim her bölüm 3-4 süper şarkı kullandıkları soundtracki. Ben bir dizide güzel şarkılar duydum mu o diziye çok çabuk ısınıyorum. Bir taşla iki kuş vurmak gibi. Bu diziden de bir sürü yeni şarkı ve grup kazandırdım kendime. Hele bir tanesine öyle bir vuruldum ki bunca zamandır şarkılarını dinlemediğim için dövünüyorum şu sıralarda. Bir de şunu keşfettim ki ben bir kadın-bir erkekten oluşan hafif müzik yapan grupları çok sevme eğilimindeyim. She & Him, Angus & Julia Stone ve şimdi de The Weepies.
The weepies'de iki tane pek şirin insanın vokallerini duyuyoruz, tatlı gitar melodileri ve süper sözlerle folka yakın işte genel olarak singer-songwriter tarzı şarkıları söylüyorlar. Grup amerikalıymış ve ayrı müzik kariyerlerini birlşetirmeye karar vermişler çok da iyi etmişler. Henüz tüm albümlerini dinleyemedim ama "say i am you" albümlerinin büyük kısmnı dinlemiş olarak söyleyebilirim ki muhteşem muhteşem bir albüm. Her şarkı başka güzel. Happiness albümlerinden de birkaç şarkı dinledim ama zaten ben bu grubun henüz beğenmediğim bir şarkısına rastlamadım. İlk dinlediğimde bile çok sevdiğim şarkıların sahibi grupların yerlerinin hep ayrı olduğunu bildiğimden the weepies'i şimdiden en favorilerimin arasına koydum. Siz de dinleyin belki seversiniz hatta bence kesin seversiniz.
Bir de aklıma geldi geçen gün teoman bizim okula konsere gelmişti. Hani şu "babamın öldüğü yaştayım" cümlesi var ya bir şarkısında, o şarkıyı binlerce kişiyle birlikte sürekli söylemek zor gelmiyor mudur? Orada binlerce kişinin ağzından babasının öldüğü yaşta kendisinin bir bar taburesinde oturduğunu duyuyor avaz avaz. Sürekli olarak babasının erken ölümünü düşündürtmüyor mudur bu durum. Niyeyse bana çok garip geldi, yani ne bileyim evet sadece şarkı sözü ama ben binlerce kişi öyle bağırırken rahat edemezdim herhalde.
Son birkaç kelamım olacak tutamadım gene kendimi. How i met'deki gibi gelecekteki gökçe'ye bir not bırakmak istiyorum. Hayatta istediğin şeylerin olmasını sağlayamıyorsan bunda senin suçun büyük, adam gibi insan ol azıcık. Eğer yapamayacağını düşünüyorsan büyük hedefler yerine elindekilerle yetinmeyi öğren çünkü hayatta elindekilere gözünü kapayıp onları elinin tersiyle iten insanlar mutsuz olmaya mahkum oluyorlar.Bu biraz şey gibi; herkesin rock starları sevmesi gibi, onları sevmek kolay sadece ışığından etkilenip üzerine hiç düşünmeden sevebiliyorsun ama önemli olan rock star olmayanı-olmak istemeyeni sevebilmek, çaba harcamak. İçinde çelişkilere düşmeden yaşayabilmek. Yine de kendine de çok haksızlık etme, baktın olmuyor yardım istersin.
Canım sıkkınmış benim ya, pazar günü de ales var. Sonra çilenin bir kısmı bitiyor.
6 yorum:
Yakarışlarınızı büyük bir hislenme ile okumaktayım. Ben de aynı sekilde mız mızlaniyorum. Belki sizin gibi çok hayal kurup çok hüsran yaşadım. Hâlâ da yasıyorum. Ama ne oluyor biliyor musunuz? Dünyada tek olmadığımı anlıyorum, ve üzülüyorum. Keske tek hüzünlü ben olsaydım.
benim blog da o formata büründü. seni tenzih ederek sade kendi adıma diyorum ki kendimi şöyle bir-iki sarsasım var. neys...
gelecekteki ted'e mektup kısmısında aklıma şu gelmişti. psikodramada öyle bir yöntem var. önce zamanları aşan bir yürüyüş yapıp gelecekteki kendin rolüne giriyorsun sonra da gelecekteki kendin olarak geçmişteki kendine mektup yazıyorsun. ondan sonrasında... hmm neydi ya? ya grup üyeleri arasından şimdiki kendini seçip gelecekteki kendin rolünden ona mektubu okuyorsun ya da tam tersi...
hüseyin;
bence öyle değil, ben de dünyada tek olmadığımı görüyor kendimi daha iyi hissediyorum. bir filmde biri demişti "hepimiz yalnızsak yalnızlıkta beraber olalım" diye. bu fikir bana hep çok cazip geliyor, sen de üzüldükçe bunu düşün belki senin üzüntün başkasınınkine arkadaş olur.
kibrit kutusu;
zamanı aşan bir yürüyüş yapma fikri hoşuma gitti ancak ben zamanları karıştırırım geçmiş kendimle gelecek kendimi ayırt edemezsem diye korkardım herhalde.
Ben bu postuna yorum bıraktım sanıyordum unutmuşum, gerçi yine saçma sapan bir tespitle geleceğim: Shiri Appleby genç kız değil miydi ya... Roswell'de izlerdik... Şu dizide anne rolünü üstlenmesine baktıkça yaşlandığımı anladım hüzünlendim.
hala baya genç gösteriyor ama işte 16 yaşında doğurunca çocuğu böyle annne oluvermiş :) çok güzel kadın ama ben pek beğeniyorum :) ve evet yaşlandık galiba.
Yorum Gönder